22 Eylül 2010 Çarşamba

Aslan ve Ceylan


"Her sabah Afrika'da bir ceylan uyanır. En hızlı aslandan daha hızlı koşması gerektiğini bilir, yoksa öldürülecektir.
Her sabah Afrika'da bir aslan uyanır. En hızlı ceylandan daha hızlı koşması gerektiğini bilir, yoksa aç kalacaktır.
Aslan veya ceylan olmanız fark etmez. Güneş doğduğunda koşmaya başlasanız iyi olur." (Afrika Atasözü)


Afrikalı köklerimiz olmamasına rağmen ben de bu atasözüne ayak uydurarak her sabah 06:30 da koşmaya başlıyorum. Artık siz diyin çita ben diyeyim devekuşu odalar arası maraton başlıyor :)
Sabahları duyduğum ilk ses bir yunusun sesi oluyor. Evet, bir yunusun. Çünkü bu aralar Ezgi tiz bir sesle bağırmaya bayılıyor. Bu o kadar hoşuna gidiyor ki durmadan gülücükler saçarak bu şekilde bağırabiliyor. Bir yunusun yanına götürelim iki dakikada kanka olurlar. Yani sabahları çalar saate hiç gerek yok... Öbür taraftan bir 15 dakika sonra bir ERKEK sesi duyuluyor. Ezgi'ye sanki "Yaaaw sus kızım, sabah sabah bu ne neşe? Sus iki dakika daha uyuyalım!" dercesine bir "huuuaagg agiiiii (bu kısım boğazı titreterek çıkıyor ki daha korkutucu olsun) hııııghhh" patlatıyor. Peki bu Ezgi'yi durdurabiliyor mu? Tabi ki hayır! Ailemizin kadınlarını susturabilecek bir babayiğit henüz dünyaya gelmedi. Kızım da genlerinden gelen çağrıya kulak veriyor :)
Günün ilerleyen saatleri mama, meyve püresi, sebze püresi, muhallebi yemek; çok çok oyun oynamak ve arada bir şekerleme yapmakla geçiyor. Anne olarak ben tüm bu aktivitelere katılmanın yanında bir de çalışıyorum. Sosyetik bir mühendis olarak evden çalışıyor ve hüsnü cemalimi insanların görmesine aslında pek de gerek olmadığını düşünüyorum. Yaşasın internet!
Bu kadar koşturmanın arasında bir de arada blogumu ihmal etmemeye çalışıyorum. Şimdi klasik okuyucu geçiştirme ve oyalama taktiğini kullanarak bir dizi fotoğraf yayımlıyorum :) Seyre dalın bakalım...
Ah Memduh Eniştemiz! Ne işler açtın başımıza! Nedir bu ek gıda meselesi? Muhallebi tamam da, bu sebze de ne oluyor? Babam da püreye bakıp "Bu yenir mi yaw?" diyor. Eee babamdır, bir bildiği vardır, değil mi?Yemesek mi acaba? Ben acayip şüpheleniyorum bu sebze olayından... Atakan da pek mutlu görünüyor. Onu da uyarsam mı acaba?
Eller hep ağızda. Hatıra fotoğrafında bile yakışıklılığımız bozulacak diye bir endişemiz yok. Fotoğrafımı da çektiririm, parmağımı da emerim!

Ezgi! Ver elini ver! Kendi elim yetmiyor, şu üst damağımı da sen kaşısana! Şişşt böyle de senden dayak yiyormuşum gibi gözüktü yaaw! Delikanlıyım ben, heeeyyyttt!
Yawww bu kurbağayı öpecek miydim, ısıracak mıydım? Kurbağadan prens olsa ne olur olmasa ne olur canım! Amannn boşver en iyisi ısırayım!
Allahım, bizi sebze püresinin kabaklısından, ıspanaklısından koru. Amin...

Dişetlerimiz o kadar tatlı kaşınıyor ki, her şeyi ağzımıza sokuyoruz! Kendi elimiz yetmiyor en yakında kim varsa ona saldırılıyor. İşte böyle bir anda, kızım bayramda dedesinin elini öpüyormuş gibi gözüküyor. Kızım dedesinin elini yalarken mest, dede ise el öptürürken :)










                                                                                                                                                                                    


15 Eylül 2010 Çarşamba

Apartman çocuğu bahçede!

Uzzzzuuuuun bir aradan sonra bugün tekrar blog'uma dönüş yapabildim. Bu süre zarfında birçok güzel işler yaptık. İlk olarak bahçemizde çalışmalar yatık.
Ben bir apartman çocuğuydum. Ama öyle bildiğiniz dört duvar arasına sıkışan çocuklardan değildim. Apartmanımızın çok güzel bir bahçesi vardı. Tüm apartman sakinleri her yeni doğan çocuk için bahçeye bir meyve ağacı dikmeyi neredeyse kural haline getirmişti. Bu yüzden bir meyve bahçesi içinde elmayı, armutu, kirazı, şeftaliyi,cevizi , inciri dalından yemenin keyfine vardım. Hatta olgunlaşmayı becerebilen birkaç elma veya armut da yemişliğim vardı. Çünkü çocuklar olarak meyvelerin olgunlaşmasını beklemeden ekşi, acı demeden yerdik. Ben bir ara işi abartıp bahçeye ağabeyimle odamızdaki ranzanın merdiveni söküp çıkardım. Amaç ise tırmanılamaz gibi gözüken ceviz ağacına, ki kendisi ağabeyimin ağacı olur, merdiven dayayarak üst dallardaki cevizleri toplamaktı. Hatta çocuk aklımızla meyvecilik işini ticarete dökmeye çalıştık. Güzel güzel cevizleri soyduk, bahçe duvarımızın üzerine koyduk. Tiz sesimizle reklamımızı yaptık. Çok da ilgi gördük. Yoldan geçenler birer ikişer cevizleri tattılar ama satın almadılar. Öğlene doğru zaten cevizlerimiz bitmişti. Bunun üzerine ticaret bize göre değil dedik, işte birimiz mühendis, birimiz doktor, birimiz memur falan olduk :)

Ben bu kadar keyifli bir çocukluk yaşamışken çocuklarımın da elma ağacını, kiraz ağacını bilerek büyümelerini ve dalından meyve yemenin keyfine varmalarını istedim. Ne büyük mutluluktur ki, kısmet oldu ve bahçeli bir eve sahip olduk. Tamam hala 0216 kodunu kullanmamıza rağmen biraz şehir dışındayız ama olsun. Şehiriçinde de bahçe kalmadı zaten.

Efendim fidanlar elimizde, çapalar belimizde biz gideriz bahçeye hey bahçeyeeeeeee diyerek meyve fidanlarımızı diktik. Yine hızımı alamadım, bahçede bir de minik sebze bahçesi yaptım. 2m*3m olan bir sebzelik oluşturdum. Yani organik tarıma da başlıyorum. İki keçi, bir inek, birkaç tane de tavuk aldım mı mini çiftliğimizi kurmuş olurum. Sonra da bizi siteden atarlar zaten :)
Herşey çok güzel oldu. Şimdi fidanlar çok küçük gözüküyorlar ama seneye serpilecekler inşallah. Aynı Ezgi'm ve Atakan'ım gibi... Onlar da erken doğdukları için miniciklerdi ama şimdi altın top oldular. Seneye de hep birlikte salından meyvelerimizi yiyeceğiz. Hasat zamanı bekleriz efendim!


Tek cevizi olan ceviz fidanımız
 
Sarmaşık borazanımız


Begonvil ağacımız. Bu ağaç tipiymiş, kocaman olacakmış. Hadi bakalım...
Ladin ağacımız. Ezgi ve Atakan büyüdüklerinde yılbaşı ağacı olarak süsleyeceğiz
Minik zeytin fidanı diyip geçmeyin. Bir tane zeytini bile var üzerinde 

Zeytinyağı işine de mi girsek acaba?

Sıra sıra meyve ağaçlarımız
 
Mutfak önü ortancalarımız. Sezon sonu olduğu için renksizler.