6 Aralık 2010 Pazartesi

Oyun parkımız

Yaklaşık 1 ay önce Ezgi yavaş yavaş mobilize olmaya başladı. İlk önce komando sürünüşü ile oyuncaklara ulaşmaya başladı. Atakan ise Ezgi'nin yakın takipçisi olmasa da o da hareketlenmeye niyetlenmişti. Baktım ki küçük aksiyon insanları artık yerlerinde pek durmayacalar, ben de oyun halısını evdeki tüm yastıklarla çevreledim. Hatta eve gelen misafirler koltuklarda sırt yastığı olmadan oturmaya razı oluyorlardı mecburen. Belinden 3, boynundan 1 ve kollarından 2 ameliyat geçiren canım annem bile "Aman aman çocuklar oynasın, ben şu küçük yastıkla otururum" diyerek de fedakarlık gösteriyordu. Ancak gelin görün ki, benim kaşif kızımı yastık gibi engeller durduramadı. En son yastıkların arasından süzülüp koltuğun altına kafasını sokunca ve normal olarak geri çekilip çıkamayınca bu iş böyle olmayacak dedim ve mağazanın yolunu tuttum.

Başta bizimkilere plastik renkli çitler aldık. Amazon'da çok şık ahşap çitler vardı, gözüm onlarda kaldı ama maalesef Türkiye'ye göndermiyorlar. Biz iki paket aldık. Bence normalde bir paket tek çocuk için yeterli. Bir paketten 6 adet çit çıkıyor, montajı çok pratik, bir tanesinin üzerinde ise minik dönen toplar ve şekil yerleştirmece oyunu var. Biz şekilleri ileri zamanlarda kullanılmak üzere ortadan kaldırdık, çünkü küçük parçalar, rahatlıkla azmeder ve yutarlar...

Çitlerimizi salonun ortasına kurduk, zeminine anaokullarında kullanılan yap-boz şeklindeki renkli EVA karolar aldık. Ancak bu malzeme şimdilik bizimkilere sert geldi. Emekleme hareketinden oturmaya geçerken, ya da sakin sakin otururken hooooppp diye yavaş çekimde düşerken canlarının acımasından korktum. Bunun üzerine zeminde iyileştirme çalışmaları yaptık. Babaannemizden kalın battaniye ve evde kullanmadığımız bir yorganı kullanıyoruz şimdilerde. Bir de çitin kenarlarını da balkon minderleriyle kapladık :) Yani evin içinde kaçak bir gecekondu yaptık. Aman belediye duymasın!
Oyun parkımızın son hali

Yap-Boz Karolar

Meraklı kızım kamerayı keşfetti

Veeeeee kamerayı ağzına sokmak istedi:)

Atakan'ın elinde bir tek meyve kokteyli eksik. Keyif son noktada!

Burada biraz kabadayı çıkmışız. "Bir durum mu vardı kardeşim?"

1 Aralık 2010 Çarşamba

Özet geçiyorum

Merak etmeyin, hepimiz iyiyiz ve yaşıyoruz :) Bir aydır nasıl oluyor da bir türlü iki satır yazamıyor diye merak ediyorsanız size son günlerimizden bir özet geçeyim;
Bugün 1 Aralık 2010, Çarşamba... Önce özetler;

Başta bakıcımız, Gül Teyze'miz, ülkesine geri döndü. Tabi geri dönmeden evvel iki hafta dönüş heyecanıyla ayakları yere basmıyordu, akıl bir karış havadaydı. Bu yüzden bana daha çok görev düşüyordu. En basit şeyleri bile kontrol etmem gerekiyordu.
Bu süre zarfında yeni bakıcı arayışımız başladı. Ajans ajans dolaştım, kuzularımı üzmeyecek güleryüzlü ablalarla görüştüm. Sonunda Meral Abla'mız bizimle çalışmaya başladı.
Gül Teyze gitti, bayram geldi, yeni ablamıza alışmaya başladık. Bilenler bilir. Bir bakıcıyı bırakıp diğerine geçmek gerçekten sabır ve enerji ister. Herşeye silbaştan başlarsın. Tüm makineleri yeniden öğretirsin, düzeni anlatırsın, anlatırsın ve yine anlatırsın. Bu arada "Bunları tek başıma yapsam daha az yorulurdum" dersin vs. Neyse ki yeni ablamızla alışma dönemimiz o kadar sancılı geçmedi. Şimdilik mutlu mesut yaşıyoruz.
Bebişler daha bir mobilize oldu. Atakan pek emekleme taraftarı değil, direkt yürüyeceğim diyen bebek grubundan. Ezgi ise bir komando ruhu taşıyor, alçak sürünmede her yere ulaşabiliyor. Ezgi'nin üst dişi çıktı, Atakan'ınki henüz yolda... Bu arada anne çalışmaya devam ediyor, projesini hazırlıyor ve sık sık ikiz annesi on kaplan gücündedir cümlesini tekrarlıyor :)

27 Ekim 2010 Çarşamba

Veeeeee sonunda!

Sonunda 25 Ekim 2010 tarihinde canım oğlumun da dişi çıktı. Ne yalan söyleyeyim dişler kaşındıkça kaşınıyor ama dişin ucu bir türlü gözükmüyordu. Ay çok beyazladı, bugün yarın çıkar desem de bu işten ümidimi kesmiştim. Ama oğlum sürprizini yaptı minik dişin ucu gözüktü...

Şimdi efendim sıfır kilometre dişlerimizle neler yapıyoruz?

1- İlk başta güç denemesi yapıyoruz. Bunun için ihtiyacımız olan anne-baba parmağı, 2 adet yeni çıkmış ve keskin minik dişler, melek masumiyeti ve sevimliliği...İşte bu kadar. İlk önce en sevimli yüzümüzle anne veya babaya yaklaşıyoruz, ki bu durumda kendileri kurban oluyorlar. Sonrasında parmak inceleme havasında anne-baba parmağı ağıza alınıyor, ısırılıyor ve kurban çığlık atana kadar bekleniyor. Çığlık duyulduktan sonra hiçbir şey olmamış gibi ısırmaya devam ediliyor. Bu sefer acı içindeki anne-baba en sevimli tavrını takınıyor, küçük meleği güldürüyor ve parmağını kurtarıyor.

2- Kemirme denemeleri yapılıyor. Favorimiz simit! Çocuklarım Türk olduklarını hemen ispatladılar. Ne de olsa simit, kuru fasulye-pilav, baklava milli yiyeceklerimiz! Bunları sevmeyenlerin soy ağacını iyice kontrol etmeleri gerekir :) Biz de içgüdülerimizin çağrısına ses vererek susamlarını çıkardığımız simitleri kemiriyoruz. Simitle süper diş kaşınıyor.

3- Herşeyi ısırıyoruz. Oyuncaklar, kendi ellerimiz ve ayaklarımız, kardeşimizin el ve ayakları, dişlik vs. Kısacası kapsama alanımızda her ne varsa :)

Birazdan köpeğin kuyruğu ısırılacak!

Kızımın çok seçkin bir ağız tadı vardır. Geyik etine bayılır! Buradaki mağdurumuz Ikea'dan aldığımız turuncu geyik...




El yetmediğinde ayak da ısırılır!


19 Ekim 2010 Salı

Araç koltuğu mu dediniz? O da ne ki?

"Araç koltuğu mu dediniz? O da ne ki? Haaaa o mu? Amaaaan boşverin. Bizim çocukluğumuzda araç koltuğu mu vardı sanki? Doluşurduk arabaya giderdik. Hiçbir şey de olmazdı."  Bu cümleler birçoğunuza hiç yabancı gelmemiştir. Maalesef ülkemizde araç koltuğu kullanımı zorunlu olsa da, dergilerde gazetelerde boy boy bilgilendirici yazılar yazılsa da araç koltuğu kullanımı hiç de yaygın değil. Bırakın Anadolu'yu İstanbul'da bile trafikte giderken yanınızdaki araca baktığınızda çoğu zaman kucakta taşınan minicik masumları görmek o kadar kanıksanmış durumdaki! Aileler gayet mutlu şekilde içinde oldukları tehlikenin farkında olmadan ve yavrularını nasıl risk altında  bulundurduklarını bilmeden güle oynaya yollarda vızır vızır dolaşıyorlar. Hele bir de piknikten gliniyorsa değmeyin keyiflerine! Halbuki hayatta bu tarz hataları yalnızca bir kere yapmanız mümkün. Maalesef herşeyi düzeltebileceğiniz ikinci bir şansınız olmuyor, çünkü bahsettiğimiz şey çocuklarımızın güvenliği ve hayatı...

Deniliyor ki; "Dünya Sağlık Örgütü'nün yaptığı araştırmaya göre Türkiye trafik kazalarında en çok çocuk ölümlerinin gerçekleştiği ülkeler arasında 5. sırada. Araçlarda çocuk koltuğunu zorunlu tutan AB ülkelerinde kazalarda çocuk ölümleri % 2 oranında iken ülkemizde % 40 civarında. 0-9 yaş aralığındaki çocukların % 46'sı çocuk koltuğu kullanılmadığı için trafik kazalarında yaşamını yitiriyor. Hazırlanan yasaya göre 150 cm'den kısa ve 36 kg. ağırlığından az olan her çocuğun araç koltuğunda oturması zorunlu tutuluyor" Görüldüğü gibi rakamlar çok çarpıcı ve yasaya göre yolculuk esnasında araç koltuğu kullanmamak yasak. Peki yasak oluyor da ne oluyor? Tabi ki hiçbir şey!

Ancak beterin beteri de vardır değil mi? Aynı yandaki fotoğraftaki gibi. Motorsikletin üzerine konulmuş heybelerin içinde iki minik keyifle seyahat ediyor. Oooh püfür püfür! Manzara mükemmel! Rüzgarı yüzlerinde hissederek özgürlüğün tadını çıkarıyorlar... AB'ye uyum yasalarını çıkardığımız iyi oluyor. Seneye, bilemedin on seneye o da olmadı 20 seneye kesin AB'ye giriyoruz. Hayırlı uğurlu olsun!

Ah şu dişler!

Bildiğiniz gibi minik kızımın artık kocaman iki tane dişi var. Ezgi bu dönemi çok rahat atlattı. Korkulan olmadı, ateşimiz çıkmadı, mızmız olmadık. Hatta içimden "Şu diş olayını da amma abartıyorlarmış" diyordum ki; Atakan'ın diş sıkıntılarıyla yüzyüze geldim :)
Minik oğlumun dün yüzünden düşen bin parçaydı. Devamlı bir söylenmedir gitti. Bu o kadar devam etmiş ki, akşam olduğunda ben de, bakıcı teyzemiz de artık tükenmiş durumdaydık. Sanmayın ki tüm gün çok iş yaptık. Günümüz her zamanki gibi geçti ama canımın söylenmesi ve ona çok yardım edememek yormuştu bizi. Soğuk dişlikler, ilacımız şimdilik oğlumu biraz da olsa sakinleştiriyor. Neyse yarın öbür gün dişimiz çıkar diye tahmin ediyoruz. Ondan sonra oğlum yeniden eski neşesine dönecektir...

1 Ekim 2010 Cuma

İlk dişimiz göründü!

Artık benim kızım kocaaaammmaaaan oldu! Çok zamandır eline ne geçse kemiriyordu. Sonunda uğraştı uğraştı ve takvimler 28 Eylül 2010 tarihini gösterdiği gün o minicik dişin ucu göründü. Ama bakmayın öyle minicik bir çıkıntı olduğuna, ağzına el sokmak cesaret ister :) Benim tatlı kızım dişini çok şükür sıkıntısız çıkarıyor. Ateşimiz, huysuzluğumuz yok ve uyku düzeninde değişiklik olmadı. Bir ara evde Saint Bernard besler gibi salya miktarında artış oldu o kadarcık... Atakan'cığımın da dişetleri beyazladı. Yakında onun da diş müjdesini veririm inşallah...

Şimdi efendim bugünden tezi yok diş bakımına başlıyoruz. Sabah akşam o minik çıkıntıyı ve diş etlerimizi fırçalayacağız. Zaten daha ikizler doğmadan evvel ilk diş fırçalarını almıştım. Gün o gün, artık kullanacağız :)

Yalnız öyle diş fırçası diyip geçmeyin, bu zamanda yaşadığınıza ve Çinli olmadığınıza şükredin. Ben şahsen şükrediyorum. Neden mi? İlk diş fırçası, daha birçok şeyin mucidi olan Mısırlılar tarafından icat edilmiş. Aslında bu bir nevi çiğneme sopasıymış. Kalem şeklinde bir dal, ipliksi duruma gelecek şekilde sürtülürmüş. sonra da dişler fırçalanırmış. Bu dal parçası bugünlerde diş macunlarının da içinde bulunan misvak aslında. Yok illa ki kaynağından misvak alacağım diyorsanız, bir süpermarket yerine Mısır Çarşısı'na gidip bu sopalardan edinebilirsiniz.
Mısırlılar yine aklı selim ve makul insanlarmış. Diş fırçası sektörüne Çinliler girince işin rengi değişmiş. Girişimci Çinliler 1498'de domuzların boyunlarının arkalarından koparılmış kılları bambu ya da kemikten saplara bağlayarak diş fırçası üretmeye başlamışlar. O zamanlar ağız temizliği için sert kuş tüyü kullanan Avrupalılara sözkonusu diş fırçaları hemen pazarlamışlar. Ancak domuz kılları çok sert olduğu için nazik Avrupalıların dişetleri acımış. Bunun üzerine herhalde beyaz önlüklü İsviçreli bilim adamları olsa gerek hemen sistemi geliştirip, domuz kılı yerine at kılı kullanmışlar. Böylelikle düğün, nişan, doğum gibi özel günlerde dişlerini fırçalayan zamane Avrupalıları at kılından yapılan diş fırçalarıyla daha hijyenik ağızlara sahip olmışlar. Ta ki 1938'de ilk naylon kıllı diş fırçası icat edilene kadar... Aslında pratikte milattan önce 3000 yıllarından kalan Mısır mezarlarında bulunan sopalarla, günümüzün naylon sopaları arasında pek bir fark yok. İnsanlık 5000 yılda diş fırçası bağlamında çok da bir gelişme kaydedememiş. Sanırım bu yüzden de üreticiler çok birşey yaptıklarını göstermek için yok dil temizleyen, yok 360 derece temizleyen, düğmesine basınca fırıldak gibi dönen, dişleri temizlerken dişetlerini de ihmal etmeyen modeller üretiyor. sayın İsviçreli bilim adamları! Yıllardır çalışıyorsunuz, televizyon reklamlarında boy gösteriyorsunuz! Bu mudur gelişme efendim?

Not: Resim yok, çünkü yükleyemiyorum. Bugün de böyle olsun bakalım :)

22 Eylül 2010 Çarşamba

Aslan ve Ceylan


"Her sabah Afrika'da bir ceylan uyanır. En hızlı aslandan daha hızlı koşması gerektiğini bilir, yoksa öldürülecektir.
Her sabah Afrika'da bir aslan uyanır. En hızlı ceylandan daha hızlı koşması gerektiğini bilir, yoksa aç kalacaktır.
Aslan veya ceylan olmanız fark etmez. Güneş doğduğunda koşmaya başlasanız iyi olur." (Afrika Atasözü)


Afrikalı köklerimiz olmamasına rağmen ben de bu atasözüne ayak uydurarak her sabah 06:30 da koşmaya başlıyorum. Artık siz diyin çita ben diyeyim devekuşu odalar arası maraton başlıyor :)
Sabahları duyduğum ilk ses bir yunusun sesi oluyor. Evet, bir yunusun. Çünkü bu aralar Ezgi tiz bir sesle bağırmaya bayılıyor. Bu o kadar hoşuna gidiyor ki durmadan gülücükler saçarak bu şekilde bağırabiliyor. Bir yunusun yanına götürelim iki dakikada kanka olurlar. Yani sabahları çalar saate hiç gerek yok... Öbür taraftan bir 15 dakika sonra bir ERKEK sesi duyuluyor. Ezgi'ye sanki "Yaaaw sus kızım, sabah sabah bu ne neşe? Sus iki dakika daha uyuyalım!" dercesine bir "huuuaagg agiiiii (bu kısım boğazı titreterek çıkıyor ki daha korkutucu olsun) hııııghhh" patlatıyor. Peki bu Ezgi'yi durdurabiliyor mu? Tabi ki hayır! Ailemizin kadınlarını susturabilecek bir babayiğit henüz dünyaya gelmedi. Kızım da genlerinden gelen çağrıya kulak veriyor :)
Günün ilerleyen saatleri mama, meyve püresi, sebze püresi, muhallebi yemek; çok çok oyun oynamak ve arada bir şekerleme yapmakla geçiyor. Anne olarak ben tüm bu aktivitelere katılmanın yanında bir de çalışıyorum. Sosyetik bir mühendis olarak evden çalışıyor ve hüsnü cemalimi insanların görmesine aslında pek de gerek olmadığını düşünüyorum. Yaşasın internet!
Bu kadar koşturmanın arasında bir de arada blogumu ihmal etmemeye çalışıyorum. Şimdi klasik okuyucu geçiştirme ve oyalama taktiğini kullanarak bir dizi fotoğraf yayımlıyorum :) Seyre dalın bakalım...
Ah Memduh Eniştemiz! Ne işler açtın başımıza! Nedir bu ek gıda meselesi? Muhallebi tamam da, bu sebze de ne oluyor? Babam da püreye bakıp "Bu yenir mi yaw?" diyor. Eee babamdır, bir bildiği vardır, değil mi?Yemesek mi acaba? Ben acayip şüpheleniyorum bu sebze olayından... Atakan da pek mutlu görünüyor. Onu da uyarsam mı acaba?
Eller hep ağızda. Hatıra fotoğrafında bile yakışıklılığımız bozulacak diye bir endişemiz yok. Fotoğrafımı da çektiririm, parmağımı da emerim!

Ezgi! Ver elini ver! Kendi elim yetmiyor, şu üst damağımı da sen kaşısana! Şişşt böyle de senden dayak yiyormuşum gibi gözüktü yaaw! Delikanlıyım ben, heeeyyyttt!
Yawww bu kurbağayı öpecek miydim, ısıracak mıydım? Kurbağadan prens olsa ne olur olmasa ne olur canım! Amannn boşver en iyisi ısırayım!
Allahım, bizi sebze püresinin kabaklısından, ıspanaklısından koru. Amin...

Dişetlerimiz o kadar tatlı kaşınıyor ki, her şeyi ağzımıza sokuyoruz! Kendi elimiz yetmiyor en yakında kim varsa ona saldırılıyor. İşte böyle bir anda, kızım bayramda dedesinin elini öpüyormuş gibi gözüküyor. Kızım dedesinin elini yalarken mest, dede ise el öptürürken :)










                                                                                                                                                                                    


15 Eylül 2010 Çarşamba

Apartman çocuğu bahçede!

Uzzzzuuuuun bir aradan sonra bugün tekrar blog'uma dönüş yapabildim. Bu süre zarfında birçok güzel işler yaptık. İlk olarak bahçemizde çalışmalar yatık.
Ben bir apartman çocuğuydum. Ama öyle bildiğiniz dört duvar arasına sıkışan çocuklardan değildim. Apartmanımızın çok güzel bir bahçesi vardı. Tüm apartman sakinleri her yeni doğan çocuk için bahçeye bir meyve ağacı dikmeyi neredeyse kural haline getirmişti. Bu yüzden bir meyve bahçesi içinde elmayı, armutu, kirazı, şeftaliyi,cevizi , inciri dalından yemenin keyfine vardım. Hatta olgunlaşmayı becerebilen birkaç elma veya armut da yemişliğim vardı. Çünkü çocuklar olarak meyvelerin olgunlaşmasını beklemeden ekşi, acı demeden yerdik. Ben bir ara işi abartıp bahçeye ağabeyimle odamızdaki ranzanın merdiveni söküp çıkardım. Amaç ise tırmanılamaz gibi gözüken ceviz ağacına, ki kendisi ağabeyimin ağacı olur, merdiven dayayarak üst dallardaki cevizleri toplamaktı. Hatta çocuk aklımızla meyvecilik işini ticarete dökmeye çalıştık. Güzel güzel cevizleri soyduk, bahçe duvarımızın üzerine koyduk. Tiz sesimizle reklamımızı yaptık. Çok da ilgi gördük. Yoldan geçenler birer ikişer cevizleri tattılar ama satın almadılar. Öğlene doğru zaten cevizlerimiz bitmişti. Bunun üzerine ticaret bize göre değil dedik, işte birimiz mühendis, birimiz doktor, birimiz memur falan olduk :)

Ben bu kadar keyifli bir çocukluk yaşamışken çocuklarımın da elma ağacını, kiraz ağacını bilerek büyümelerini ve dalından meyve yemenin keyfine varmalarını istedim. Ne büyük mutluluktur ki, kısmet oldu ve bahçeli bir eve sahip olduk. Tamam hala 0216 kodunu kullanmamıza rağmen biraz şehir dışındayız ama olsun. Şehiriçinde de bahçe kalmadı zaten.

Efendim fidanlar elimizde, çapalar belimizde biz gideriz bahçeye hey bahçeyeeeeeee diyerek meyve fidanlarımızı diktik. Yine hızımı alamadım, bahçede bir de minik sebze bahçesi yaptım. 2m*3m olan bir sebzelik oluşturdum. Yani organik tarıma da başlıyorum. İki keçi, bir inek, birkaç tane de tavuk aldım mı mini çiftliğimizi kurmuş olurum. Sonra da bizi siteden atarlar zaten :)
Herşey çok güzel oldu. Şimdi fidanlar çok küçük gözüküyorlar ama seneye serpilecekler inşallah. Aynı Ezgi'm ve Atakan'ım gibi... Onlar da erken doğdukları için miniciklerdi ama şimdi altın top oldular. Seneye de hep birlikte salından meyvelerimizi yiyeceğiz. Hasat zamanı bekleriz efendim!


Tek cevizi olan ceviz fidanımız
 
Sarmaşık borazanımız


Begonvil ağacımız. Bu ağaç tipiymiş, kocaman olacakmış. Hadi bakalım...
Ladin ağacımız. Ezgi ve Atakan büyüdüklerinde yılbaşı ağacı olarak süsleyeceğiz
Minik zeytin fidanı diyip geçmeyin. Bir tane zeytini bile var üzerinde 

Zeytinyağı işine de mi girsek acaba?

Sıra sıra meyve ağaçlarımız
 
Mutfak önü ortancalarımız. Sezon sonu olduğu için renksizler.

31 Ağustos 2010 Salı

Oyun oynuyoruz!

İkizlerle yaşamda, yazı yazmak meğer zormuş :) Bu yüzden bugün bol bol resim paylaşacağım sizlerle. Konumuz ise; oyun! İnsan çocuk olur da oyunu sevmez mi? Tabi ki sever. Hele hele artık bilinçli şekilde oyun oynadıklarını görünce daha da hoşumuza gidiyor.

Oyun oynamanın bebek ve çocukların gelişimi için çok önemli olduğuna inanıyorum. Bu yüzden de bebeklerimle hergün oyun oynuyorum. Aynı zamanda yeni şeyler öğretirken de oyunu kullanıyorum. Mesela bebeklerin dönmesini cesaretlendirmek için sevdikleri oyuncağı yanlarına koyuyorum ve uzanmalarına yardım ediyorum.

Okuduğum yayınlara göre oyun oynamak, araştırma, objeleri tanıma ve problemleri çözme imkanı sağlayarak dil ve zeka gelişimini destekliyor. Oyun oynarken bebekler nitelik ve nicelik kavramlarını öğreniyorlar. Yani şekilleri, renklerini, sayılarını, büyüklüklerini, mesafeyi... Üstelik yapılan araştırmalar çocukların oyunları ile zihinsel ve dil gelişimleri arasında paralellik bulunduğunu göstermekte. Hepsinden de önemlisi bebekler oyun oynarken çok eğleniyorlar!

Şuncacık çocukla ne oyunu oynuyorsun derseniz; her ay bebeklerimin gelişimi destekleyici oyunları araştırıyorum. Ayrıca IPC (Istanbul Parenting Class) den de her ay, aylık gelişimlerini destekleyici oyunlarımız geliyor. İnanın miniklerle oynanacak o kadar çok oyun var ki! Üstelik oyun oynamak için pahalı oyuncaklara da ihtiyacınız yok. Evdeki birçok malzeme süper oyuncak olabiliyor. Farklı kumaş parçaları, kağıtlara çizdiğiniz şekiller, plastik renkli bardaklar, küçük bir ayna vs. Hatta zamanınız varsa kendi oyuncaklarınızı kendiniz de yapabilirsiniz. Maalesef benim öyle bir lüksüm yok şu aralar. Ben çoğunlukla Ikea'dan yardım alıyorum :) Ikea'nın oyuncakları bebek ve çocuk gelişimi için çok sağlıklı ve doğru oyuncaklar. Bakın bizim minikler nasıl oyun oynuyorlar;



En sevdiğimiz oyuncak "Hippo"
Sabahları babamızla oynamaya bayılıyoruz
Hey oradaki! Çık dışarı!
Resimli kitaplarımıza bayılıyoruz
Atakan üç aylıkken aşık olduğu ilk kız arkadaşı
Ezgi'nin favorisi bu baykuş. Sürekli sohbet halindeyiz :)
Sevimli "Hippo". Her yere gittiği için biraz yıprandı ama olsun...

24 Ağustos 2010 Salı

Alkım

Alkım gökkuşağı demek. İkizlerime hamileyken bir ara kızımın ismini Alkım olarak düşünmüştük. Sonradan farkettik ki, Alkım erkek ismiymiş. Sonradan yine farkettik ki aslında kızlara da Alkım denebiliyormuş yani unisex dediğimiz isimlerden birisiymiş. İş böyle olunca kullanmaktan vazgeçtik çünkü ileride iş hayatında zorluk çekebileceğini düşündük. Günümüzde işlerimizi telefon ve maillerle hallettiğimiz için kızım hep "İyi günler, Alkım Bey'le görüşebilir miyim?" ifadesine maruz kalmasın dedik.

Halbuki gökkuşağını çok severim ben! Ne de olsa yağmurdan sonra çıkagelen rengarenk bir sürprizdir.Çok kısa sürer ve eğer şanslıysan yakalarsın. Zaten kısa sürmesinin ve şanslı olmanın da bir sebebi var; Yunan mitolojisine göre Thaumas ve Elektra'nın kızı İris tanrıların habercisiymiş.Gökyüzü ile yeryüzü arasında köprü oluşturur, ne zaman tanrılardan insanlara müjdeli bir haber olsa, güzel kız İris, rengarenk süslü elbisesini giyer ve dünyaya inermiş. İşte bu yüzden İris'in sembolü gökkuşağıymış ve insanların müjdeli bir haber alacaklarının habercisiymiş. İris'in Latince anlamı "cennetin gözü" demekmiş ve gözün rengini veren tabakaya, gökkuşağında oluşan renkler cümbüşü ile farklı renklerde oluşan göz renkleri ile kurulan benzerlikten dolayı iris tabakası adı verilmiş. Ve yine bu yüzdendir ki, eski Yunan mitolojisinde "Hepimiz cennetten bir parça taşıyoruz" anlamına gelirmiş.
İris'in bir başka görevi ise Zeus'a altın bir çanakta kutsal su bulundurmakmış. Kutsal olan değerlidir mantığıyla olsa gerek zamanla gökkuşağının ucunda bir küp altın olduğuna yönelik efsaneler oluşmuş.

Gökkuşağının hangi ucunda bu küp diye sormayın, çalışmalarım hala devam ediyor:) Şimdi gelelim benim gökkuşağıma... Haftasonunda nihayet İstanbul boğucu nemden kurtulup birazcık serinledi ve yağmur yağdı. Yağmurdan sonra ise işte bu güzel gökkuşağı oluştu. Fotoğraf makinemin elverdiği derecede ben de fotoğrafını çektim. Resimde de görüldüğü gibi gökkuşağının bir ucu yüksek gerilim hattı direğinin hemen üzerinde. Buradan yola çıkarak diyorum ki; enerji sektöründe para var arkadaşlar...

19 Ağustos 2010 Perşembe

Meleklerimin artık kanatları var :)

Anneannemize geçmiş olsun!

Dün anneannemize geçmiş olsun demek için hastaneye gittik. Anneannemiz artık biyonik oldu, torunlarının peşinden rahatça koşabilmek için tepeden tırnağa yenilendi. Yalnızca artık alışveriş merkezlerinin güvenlik kontrolünden geçerken dıt dıt dıt diye uyarı verecek :) Ne mi oldu? Annem, ağabeyimle beni büyütürken geliştirdiği inci gibi sıra sıra bel fıtıklarından ve boyun fıtığından kurtuldu. Aslına bakarsanız yaklaşık bir buçuk yıl önce kurtulmuştu. Ancak bugünlerde tesadüf eseri iki çivinin yanlış yerden geçirildiğini öğrendiğimiz için yine hastane yolları gözüktü bizlere. Neyse ki şu anda anneannemiz gayet iyi. Ufak bir enfeksiyon problemi var. Ehh o da dün ikizlerin verdiği moralle şııııııp diye geçecek inşallah!

Anneanne biz yakında emeklemeye başlarız ona göre! Peşimizden koşmak için enerjini topla, biz geliyoruz!!!

17 Ağustos 2010 Salı

Ağır misafirler tatilde

Babaannemizin doğumgünü münasebetiyle gözümüzü kararttık, güvendik kendimize ve düştük Marmara Ereğlisi yollarına. Ezgi ve Atakan ilk defa evlerinden başka bir yerde kalacaklardı. Bu yüzden babamızla merak ediyorduk bu kısa tatilimiz nasıl geçecek, bizimkiler huysuzluk yapcaklar mı diye. Tamam yollara düştük de ne zormuş o kapıdan çıkabilmek. Bizim eşyalarımızı toparlamak beş dakika sürdü ve minicik bir spor çantasına sığdık. Sığmak zorundaydık çünkü zaten başka yerimiz kalmadı arabamızda :) Eh iki bebek arabası, park yatak, steril aleti, iki günlük ziyaret için bir haftalık kıyafet ve bebek bezi olunca tabi ki "Cevat Kelle" misali elimiz kolumuz doldu.
Yol gayet sakin geçti. Bizimkiler zaten arabaya bayılıyorlar daha doğrusu arabada bayılıyorlar. Yola çıkışımızın ikinci dakikasında sesleri kesiliyor. Yalnızca kırmızı ışıkta durduğumuz zamanlar hemen arkadan bir  "Höheaaa" gibi bir sesle "Hadi durmayın, gidelim" uyarısı geliyor. Trafik canavarı olmak için ağır tahrik altındayız ama bunu polise nasıl anlatırız bilemem "Memur Bey vallahi ikizler huysuzluk ediyor kırmızı ışıkta, biz masumuz" cümlesini yerler mi bilmem.

Neyse efendim az gittik uz gittik dere tepe düz gittik, sonunda yazlığa ulaştık. Aman efendim o ne karşılama töreni, ne sevinç! Babaannemizle dedemiz yollarda karşıladı bizi. Biz de özlemiştik kendilerini, yüzümüzde kocaman gülümsemelerimizle arabamızı parkettik. Anaaaaaa bize kısa bir hoşgeldinizden sonra, hemen arka koltuktaki bıcırıklar alındı ve öpücükler, şarkılar eşliğinde eve taşındılar. Biz eşyalarımızla öylece kaldık. Yani yılların hükümranlığı sona erdi. Bir devir kapanmış da haberimiz yokmuş. Zaman prensimle prensesimin zamanıymış :))
Neyse ki bizim minikler yüzümüzü kara çıkarmadılar ve gayet keyifli bir haftasonu geçirdik. Ne uyumayacağım ne de yemeyeceğim diye kapris yaptılar. Neşeleri yerindeydi, herkes onlarla ilgilendi. Daha ne istesinler?

Bu kısa tatil şimdi bize cesaret verdi. Kısa zamanda bir tatil macerası daha yaşayacağız. Bayramda yine yollardayız, haberiniz olsun...

11 Ağustos 2010 Çarşamba

Birbirlerine benziyorlar mı?

"Nasıl? Birbirlerine benziyorlar mı? Aynı anda ağlıyorlar değil mi?" Bu sorularla neredeyse hergün karşılaşıyorum. Toplumda ikiz bebek deyince bebeklerin her özelliklerinin aynı olması bekleniyor. Heyhat! Gel gör ki gerçekler öyle değil. İkiz bebekler aslında aynı anda doğmuş olan iki kardeş sadece. Bu yüzden de daha ilk günden itibaren karakterleri birbirinden çok farklı. Mesela Atakan sabırsız bebeğimiz :) Rahatı bozulduğunda hemen şikayete başlar. Şimdilerde bu tepkisini uzun bir "Aguuuuuu" nidasıyla belirtiyor. Olmadı biraz da tükürükle balonlar yapıyor, o da olmazsa "Eee ben sizi uyardım ama" diyerek basıyor yaygarayı. Ezgi ise "Survivor" diye tanımladığımız bebeklerden. Kendi sorununu kendi çözmeye çalışıyor. Deniyor, deniyor en sonunda çözüm bulamazsa yardım istiyor. Bu ilk günlerinde bile aynıydı. Mesela gaz problemi yaşadıkları günlerde Atakan "Çıkarın bu gazı! Bir bağırırım, uçak motorlarının sesi bile vızıltı gelir." diyerek etrafta dolaşırken Ezgi'nin de gazı olmasına rağmen daha sakin davranır, sıkıntısını bakışlarından anlardık. Kısacası ikizler tek yumurta ikizi bile olsalar, ki bizimkiler değil (Bu da ikinci popüler soru "Tek yumurta ikizi mi?") karakterleri ve davranışları tamamen farklılık gösteriyor. Zamanla bu özellikleri de iyice şekillenecek herhalde. Belki Atakan aceleciliğini törpüleyecek, ya da Ezgi belki biraz daha cadı olacak. Kimbilir? Baksanıza benim sakin kızım şimdiden nasıl da yapışmış Atakan'ın yakasına :)

10 Ağustos 2010 Salı

Bir dalda iki kiraz

Bir dalda iki kiraz, biri al biri beyaz... Hayır efendim, ikisi de bembeyaz, pamuk gibiler :) İkiz bebeklerim Ezgi ve Atakan önümüzdeki hafta 5 aylık olacaklar. Zaman o kadar çabuk geçti ki onların hikayelerini anlatmak ve merak edenlerle yaşadıklarımızı paylaşmak için ancak vakit bulabildim. Acemi bir blogger olduğumdan sayfanın düzensizliğini mazur görmenizi rica ederim...
Peki ne oldu da birden blog yazarı olmaya karar verdim? Aslına bakarsanız bunun birkaç sebebi var. Birincisi; bebeklerim hergün büyük bir hızla büyüyorlar. Zaman hızla akıyor şeklinde bir klişe vardır ya, bizde zaman sel gibi akıyor, yetişemiyoruz nefesimiz kesiliyor. Bu yüzden ikizlerimizin maceralarını kayıt altına alalım da sonradan hafızamızı zorlayarak "Ne zaman diş çıkarmışlardı?" diye düşünmeyelim dedim. İleride de çocuklarımız için güzel anılar olur düşüncesiyle... Diğer bir sebep ise "Leyla, ikizler nasıl? Hani fotoğraf gönderecektin göndermedin. Nasıllar? Büyüdüler mi?" sorularına cevaben arkadaş ve akrabalarımız için hazırlamayı düşündüm. Dediğim gibi ikizlerden masallar anlatacağım sizlere. Gökten 3 elma düştü; biri bu masalı yaşatanlara (ikizlerim ve kocam), biri anlatana, biri de dinleyenlere...